Yaklaşık beş yıldır Türkiye’nin temel kimlik sorunlarına bir çözüm geliştirebileceğine inandığım Radikal Demokrasi (RD) projesinden 2018 yılı itibariyle vazgeçmiş bulunuyorum. Bu geri adım, RD’nin Türkiye’de uygulanamazlığı ile ilgili değil, modelin şahsen ve şeklen işlemez, soyut ve gerçekleştirilemez taleplere dayalı yıkıcı bir teoriye dayanmasından kaynaklanıyor.

2000’li yıllar Türkiye’nin tüm merkezi kimliklerinin ciddi bir sarsıntıya uğradığı, yer yer yıkıldığı ve dönüşüme girdiği yıllar oldu. Liberalleşme (ve ona eşlik eden piyasalaşma), “vesayet odakları ile mücadele” ve “ret ve inkar politikalarına karşı” çok kimlikli çok kültürlü Türkiye idealini simgeleştiren bu sürecin en kolay adlandırılması kanaatimce Radikal Demokrasi’dir.

Evet, Türkiye on beş yıl boyunca RD akışınca idare edilen bir siyasi toplumsal düzlemde hareket etti ve böylelikle pek çok merkezi kimliği yıkıma uğradı. RD’nin Türkiye toplumunun kimlik, temsil ve demokrasi sorunlarına bir çözüm olabileceği inancında olanlardan biri olarak bugün bu görüşten geri adım attığımı ifade etmek istiyorum.

RD, çok kaba bir özetle, toplumdaki tüm azınlık kimliklerin(in) vurgulanması ve daha görünür olmasına dayalı bir demokrasiyi demokratikleştirme hamlesidir. Çünkü azınlıklar yok sayılmıştır, merkezi kimlik tarafından asimile edilmiştir ve sayıca az oldukları için temsil kabiliyetleri sınırlıdır. Öyleyse toplumdaki farklı kimlikleri ön plana çıkarıp onlara sayılarından bağımsız olarak eşit söz hakkı tanıyan bir demokratik düzlem yaratırsak (yani marjinal olanı merkeze çekersek) rejimi daha demokratikleştirmiş oluruz der RD. Bunun gerçekleşebilmesi için öncelikle toplumdaki “antagonizma”ların ortaya çıkarılması gerekir Laclau ve Mouffe’a göre. Habermas ise RD’nin çalıştırılabileceği bir somut düzlem olarak “kamusal alan”ı işaret eder.

RD’nin iddialarının toplumları, onları oluşturan kimliklerin “kelle sayımına” götüren, eşitsizliği yanlış yerlerde sorgulatan ve küçük grupların totaliterliğini gizleyen temelsiz ve soyut iddialar olduğu konusuna daha aşağıda değineceğim. Ancak öncelikle RD’nin Türkiye’de yarattığı kaosa değinmek isterim.

Türkiye’de inşası ve uygulaması hayli sorunlu olan (acaba dünyanın neresinde değil ki?) merkezi kimlikler, bu teorik perspektifle yıkıma uğradı. Örneğin devletin farklı çehreleri tarafından inşa edilen Türklük ile antagonistik olarak inşa edilen Kürtlük imgesi buna benzerdir. İkibinlerde entelijansın kahir ekseriyeti için Türklük ne kadar “tekçi”, “dayatmacı”, “faşist” idiyse Kürtlük de o denli “çoğulcu”, “rengarenk” ve “komünist” idi. Oysa inşa edilen şeyin Kürt ulusal bilinci olduğu görülmedi, görülmek istenmedi, böyle öğrenmedik.

Feminizm de benzer bir yoldan giderken nasıl olduysa kendini Kürtlerle aynı safta buluverdi. Feminist olmak, Kürt olmak ile eşlenirken, Kürt coğrafyasına yaşanan kadın kıyımları “Türk devletinin bir marazı” gibi algılandı. Küçük toplulukların içinde kol gezen feodalite ve eşitsizlik görmezden gelindi. Çünkü o küçük topluluklar yıllarca (hatta kimi Kürt ulusçularına göre asırlarca) ezilmişlerdi, feodal kalmaları doğaldı. Ancak şimdi RD ile onlar da modernleşecek, modernleşmeleri de yetmeyecek bütün sistemi demokratikleştireceklerdi.

İnsanlığın ortak, hakça ve eşit yaşama idealine adım atmasını isteyen düşünceler eşitsizliğin yeniden üretildiği mekanlarda kendine yaşam alanı arar oldu. Bunda Türkiye’deki merkezi muhalefetin bu gibi azınlık gruplarını temsil edebilecek bir siyasi maharet sergileyememesinin de önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü sonuçta Kürt siyasi hareketi olarak kavramsallaştırılan grup şöyle enteresan bir bulamacı içinde taşıyor; “bir yanda Şeyh Said yanlısı İslamcılar, İslamcıların zerre kadar sevmeyeceği Süryani-Ermeni cemaatleri, LGBT dernekleri, onların yanında Feminist aydınlar ve örgütler, işçi-memur sendikalarının bir kısmı, dünyanın farklı yerlerinden gelmiş akademisyenler, entelektüeller ve kendini bir Kürt ulus-devleti kurmaya adamış bir silahlı örgüt; PKK”.

RD’nin yarattığı kaotik ortam sadece yukarıdaki cümlenin bir siyasi parti olarak temayüz etmesinde kendini gösterebilir kanısındayım. Burada bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek adına tüm bu kimliklerin ve onları temsil eden sivil toplum yapılarının (PKK dışında) siyasi düzlemde biricik olduğunu ve saygıyı hak ettiğini belirtmek gerekir. Yukarıdaki tanımlama hiç bir bileşeni küçümsemek ya da küçük düşürmeyi amaçlamadı; daha çok RD’nin ne kadar imkansız bir işe giriştiğinin altını çizmek adına vulgarize edildi.

Ancak RD’nin kurgusunda yer alan “azınlıkların eşitlikçi birlikteliği” ideali burada umulduğu gibi hayata geçirilemedi. Giderek tüm muhalefetin “amentüsü” olarak Kürt siyasi hareketini selamlama bir zorunluluk halini aldı. Kürt olmak, feminist olmayı, LGBT’lerin temel haklarını savunmayı, işçilerin insanca bir düzende yaşama umudunu temsil eder bir hale geldi. Dahası Kürt kimliği diğer kimliklerin “hasletlerini” de sahiplenir oldu. Kürtler kadın hakları şampiyonu, sosyalizmin en iyi uygulayıcısı, ekolojik çevreye son derece duyarlı, Ortadoğu’ya alternatif bir yönetim modeli öneren bir halk olarak lanse edildi. Kürt kimliğinin içinde taşıdığı ve Ortadoğu halklarının da pek çoğunda bulunan kadın düşmanlığı, öteki karşıtlığı, banal milliyetçilik, güçlü feodal ağlar başarılı bir şekilde perdelendi. Kürtler adeta Ortadoğu çöllerine düşmüş bir vaha gibi anlatılır oldu.

Bunun en somut emarelerini Kobane olayları sırasında müşahade ettiğimizi düşünüyorum. Kürtler Kobane’de öyle bir düzen kurmuşlardı ki dünyada eşi benzeri yoktu. Her mahallede (siyasi, kültürel, idari vb.) her türden işe karar veren ve herkesin katıldığı meclisler vardı. Bu meclisler cinsiyet eşitlikçi(?) bir yapıdaydı ve kararlar demokratik esaslara göre alınıyordu. Meclislere katılım zorunlu değildi ancak haftalık mutat toplantılar hınca hınç kalabalık geçiyordu ve tam bir çoğulcu demokrasi dersi veriliyordu. Ta ki Türkler gelip de Kobane’de Kürtlerin vahasını bozana kadar. Kürtler medeniyetin yeni merhalesini Ortadoğu’ya taşıyacaktı ki, “barbar” Türkler yine araya girmişti. Belki en baştan beri çizilmesi hesap edilen resim buydu. Şimdi bugünden geriye bakıldığında böyle söylemek kolay ancak ben öylesi bir komploculuğa bulaşmayacağım. Bu sorunların bizatihi RD’nin kendi yapısal eksiklerinden kaynaklandığı kanısındayım. Çünkü Kürtler, bir ulusal hareket olarak yapmaları gerken ajitasyonu günün geçer akçelerini kullanarak yaptılar, bu pek çok ulusal hareket için geçerlidir. Temel mesele muhalefetin farklı bileşenlerinin bu oyuna çekilmesi ki burada RD’nin teorisine yükleniyorum.

RD’nin yapıp etmeye çalıştığı azınlıkta kalmış kimliklerin çeşitli temsil mekanizmaları aracılığıyla demokratik süreçlere katılmasını sağlamaktır. Ancak bu durum pratik siyasette azınlık kimliklerinin doğrudan “demokratik” olduğu illüzyonunu yaratmaktadır. Will Kymlicka’nın Kanada çokkültürlülük modelinde işaret ettiği “bireyin çekirdek hakları”nı dikkate almayan RD, grup haklarını ve grubun temsiliyetini önceleyerek bireyi gruplar içinde eritmektedir. Halbuki farklı olan tek bir birey dahi olsa haklarını savunacaktık değil mi?

RD’nin pratik siyasetteki işletilemezliği tam burada devreye giriyor. Çünkü örneğin, Türkiye siyasi atmosferinde RD’ye kendini adamış bir feministseniz kendinizi bir anda Halkların Demokratik Kongresi üyesi falan olarak bulabilirsiniz. Bu içeriden böyle geliştiği gibi dışarıdan devlet de sizi böyle etiketleyip kolayca bir rafa koymayı tercih edecektir. Ötekiniz de kendiliğinden inşa edilmiştir: “Türk-Erkek”. Kadın erkek eşitliği ideali fazla çocuksu bulunduğundan erkek kimliğinin (ve dahi Türk kimliğinin) tamamen yok edilmesi icap eder. Pratik siyasette güçlü olabilmeniz için sayıca ve (Bourdieu’cü manada) sermayece güçlü olmanız gerektiğinden diğer azınlıkların kimlik mücadeleriyle güç birliği yaparsınız ve kendinizi bu kez de “kadının yeri evidir” falan diyen Şeyh Said’cilerle aynı parti-kongre-bileşen’in içinde buluverirsiniz.

RD’nin yarattığı bu dev toz bulutu Türkiye’de muhalefetin ciddi bir kimlik bunalımına girmesine neden oldu. Çünkü RD en başta soruyu yanlış yerden sorduğu ve eşitsizliği yanlış yerden kurduğu için Türkiye muhalefetini savrulmaya uğrattı. İktidarın bu savrulmayı bam telinden yakalayıp ustaca yanıtladığı söylemi zaten biliyorsunuz: “yerli ve milli”. Artık kadın haklarını savunuyorsan bölücüsün, işçi haklarını savunuyorsan hainsin, LGBT isen ya da haklarını almalarını istiyorsan zaten baştan kaybettin. Çünkü ittifakı yaptığın yere bir defa ram ettin ve o anda oyunu kaybettin. Ancak iktidarın buna verdiği cevap da ideolojik ve kimlikçi olduğundan çözümün burada olduğunu düşünmüyorum. Yani Türkiye muhalefetinin sorunu yeterince “yerli ve milli” olmamak değil. Mesele soruyu yanlış yerden sorup cevabı yanlış yerde aramakla ilgili olsa gerek. RD işte bu yanlış soruyu sorduran ve yanlış cevaba sürükleyen düşünce matrisinin ikibinli yıllarda Türkiye’de egemen olan halidir.

RD, siyasi tabloyu sayıca üstünler ve sayıca yetersizler olarak bölmektedir. Sayıca üstün olanlar (Bizim tabloda Türkler ya da Türk kimliği) RD’ye göre totaliterdir, uzlaşmazdır ve yok edilmelidir. Kendi görüşleriyle çelişsin ya da çelişmesin tüm azınlıklar (yukarıda tarif ettiğim sentez gibi) ittifak etmeli ve egemen kimliği paralize etmeye odaklanmalıdır. Ancak bu sayede çoğulcu demokratik bir ortam ortaya çıkabilecektir. Tabi burada sayıca az olanların demokrasiye ve demokratik temsile hasret kitleler olarak baştan tanımlandığını işaret etmeye gerek yok. RD, bu yönüyle azınlıkların kendi içindeki totaliterliği, ideolojik bağnazlığı ya da geri kalmış toplumsal ilişkileri perdelemektedir.

Yine RD, karşıtlığı kimlikler ve kimliğe dayalı haklar düzlemine oturttuğu ölçüde toplumsal kamplaşmayı ve sıkışmayı hararetlendirmektedir. Toplumda bir devletin vatandaşı olmaya dair haklar yerine Kürt hakları, Türk hakları gibi bir ayrım yaratmak, bu gruplar arasındaki siyasi geçişkenliği imkansızlaştırmaktadır. Araştırmacı ve anket firması yöneticisi Bekir Ağırdır’ın bu aralar sıklıkla tekrar ettiği “Türkiye kimliklere sıkıştı, seçimler kimliklerin kelle sayımına dönüştü” teranesinin müsebbibi RD’nin yarattığı mantıksal düzlemdir. Belli bir kimlikten olmayı belli bir ideolojiye mensup olmayla özdeşleştirdiğinden dolayı RD, kimlikçi kamplaşmalardan bir fasit daire yaratmıştır. Ne kadar Kürtsen o kadar Sosyalist, çevreci, feminist vs (ve Türklük için tam tersi) olabildiğin bir düzlemde artık siyasi görüşlerin ve politik söylemin bir anlamı kalmayacağı, siyasetin yetkinliğini yitireceği açıktır. Siyasetin yetkinliğini yitirdiği yerde de devreye otoriter ve popülist lider figürleri girer ki Trump dediğimiz mevhum tam da buna benzer bir krizin sonucunda ABD’nin ve dünyanın başına bela oldu.

Yine belirtmem gerekir ki bu yazı Kürt halkını, onların kimlik taleplerini ve Kürt olmaklıklarını hedef almıyor. Sadece Türkiye muhalefeti için kimlikçi yaklaşımların bir anlam ifade etmediğini vurgulamaya çalışıyor. Kısaca çözüm önerimden de bahsetmem gerekirse, eşitsizliği kurulduğu yanlış yerden alıp (kimlik) yerli yerine (sınıf) oturtmak gerektiği kanısındayım. Türkiye’de kapitalizm, olabilecek en bayağı haliyle işletilmektedir. Her alanda piyasalaşma, taşeronlaşma, güvencesiz çalışma, kayıtdışı çalışma devlet tarafından teşvik edilmektedir. Devletin sağ(cı) bir refleksle kendini sağlamakla yükümü kıldığı eğitim, sağlık, adalet sektörlerinde hizmet kalitesi kabul edilemez düzeylere gerilemiştir. Böyle bir ortamda muhalefeti kendi kimlik mücadelesini tahkim etmek adına bir halkın ulus devlet kurma mücadelesine ipoteklemek herhalde yapılabilecek en büyük safdillik olurdu. Bu böyle sürüp gittiği müddetçe, Türkiye’de muhalefetin (partilerin kurumsal kimliklerinin ötesinde muhalif düşüncenin) toplumsal bir zemin yakalaması ve yaratması mümkün değildir. Kimlikçilik (ve bu bağlamda RD) en büyük sağcılıktır ve sağcılığı, sağcılardan daha iyi kimse beceremez. Ben kendi payıma Radikal Demokrasi Projesi’nden vazgeçiyorum.

Türk olmak beni hiçbir zaman kadın düşmanı, çevre katili, Kürt karşıtı ya da İslam düşmanı yapmadı, yapamaz. Tıpkı Kürt olmanın ya da Kürtlerle hemhal olmanın doğrudan demokrat yapamayacağı gibi. Ama Türk olmak beni gelenekçi, sağcı, İslamcı da yapmaz. Türklük (kimliğim, geleneklerim) babamdan aldığım bir miras, düşüncelerim (ideolojik, siyasi duyarlılıklarım) evlatlarıma bırakacağım kendi hayatımdan damıttığım bir birikimdir.