Cittaslow, kasabaları ait olmadıkları bir görünüme bürüyerek kapitalizme entegre etmenin yeni ve popüler bir metodu haline geldi. Kapitalizm deyince de hemen öyle kerli ferli endüstri işletmeleri, maden ocaklarında öldürülen işçiler aklınıza gelmesin.
Kapitalizm (ya da bir süreç olarak kapitalistleşme) alternatif ve kaba bir tanımıyla üretime ve tüketime yabancılaşmanın yaratılmasıdır. İçinde yaşadığımız sistem kapitalistleştikçe, yani üretim araçları mülkiyetimizden çıkarken, bize ihtiyacımızdan fazlasını kar güdüsüyle ürettirdikçe, önce ürettiğimiz ürüne; bu ürünleri satın aldıkça da tükettiğimiz ürüne yabancılaşırız. Bu bakımdan kapitalizmin iki eylem biçimini durmadan yeniden üretmesi gerekir. Birincisi üretim; ki bunu kar güdüsüyle kamçılar, ikincisi tüketim, bunu da ihtiyaçlarımızdan başlayarak duygularımıza kadar saldırıp onları metalaştırarak yeniden üretir.
Önce bir şeyi somutlaştıralım. Eğer kapitalizmin kendisi bir canavarsa, bu canavarın uzuvları da onu var eden insanlardır. O “tüket” deyince aklını yitirmiş gibi AVM’lere koşan insanlar, “üret” deyince kar güdüsüyle insanları maden ocaklarına, fabrikalara, tersanelere en tehlikeli koşullarda çalıştırmaya zorlayan patronlar, iş güvencesinin her türlüsünü “verimlilik” kisvesi altında yok eden amirleri güdüleyen beyaz yakalı şefler, amirler, CEO’lar, bu sistem ayakta kalsın diye bilimi onun sömürülerini meşru ve yıkılmaz olarak sunmaya alet eden sözde bilimciler, entelektüeller, sanatçılar ve bu sömürü düzenini ayakta tutan ve mükafatını alan siyasetçiler, ve dahi o siyasetçilere her seçim türlü aldatmacalar, çıkar ilişkileri, çelişkilerin üstünü örten kör inançlarla o siyasetçilere oy veren emekçi sınıflar. Her birimiz bu sistemi var eden ve kollayan uzuvlarız. Bu düzen gökten zenbille inmedi, kendiliğinden oluşmadı; bu nedenle kendiliğinden ehlileştirilmeyecek ve ortadan kaldırılması gündeme dahi getirilemeyecektir.
Kapitalizm, tüketimi yeniden üretebilmek için son yıllarda modern hayat eleştirisini ön plana çıkarmakta… Modern hayatın sıkıcı, boğucu temposundan uzaklaşmak için Orta ve Uzak Doğu’nun dinleri, ritüelleri ve felsefi görüşleri birer “akım” olarak öne sürülüyor. Ferrarisini satıp kendini Kathmandu dağlarına vuranlar mı ararsınız? Şirince köyünde kıyameti bekleyenler mi sorarsınız? Bu konularda yazılmış sayısız kitaplar, televizyon programlarına çıkan Feng-Shui uzmanları, açılmış tematik YouTube kanalları, bloglar, daha neler, neler…
Kapitalizme entegre ol(a)mayan taşra hayatı, onun görgü ve gelenekleri, şehir hayatından kaçmak isteyen yorgun düşmüş beyaz yakalılar tarafından işgale uğramaya başladı. Bu işgalin bedeliyse taşradaki üretim ilişkilerinden başlayarak tüm insani ilişkilerin kapitalistleşmesi olacaktır. Cittaslow (yavaş şehirler) kavramı ve uygulaması da bu işgal uğraşılarının yeni bir denemesi olarak gündeme geliyor. Cittaslow kendi web sitesinde “felsefesini” şöyle izah ediyor:
Küreselleşmenin etkisiyle şehirler hızlı çalışılan, hızlı yaşanılan ve üretmekten çok tüketen, kendi kendine yetmeyen yaşam alanları haline gelmiştir. Kentler, kuruluş amaçları olan insanların bir arada güven içinde yaşadıkları yerler olmaktan çıkmış, insanların daha hızlı hareket etmeleri ve daha hızlı çalışmaları için tasarlanan mekanlara dönüşmüştür. (…) Tüketim odaklı hayatın insanlara mutluluk ve huzur getirmediği, insanların farklı bir yaşam biçimi aramaları kentsel boyutta Cittaslow hareketini ortaya çıkarmıştır. (…) Cittaslow hareketi, insanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri, sosyalleşebilecekleri, kendine yeten, sürdürülebilir, el sanatlarına, doğasına, gelenek ve göreneklerine sahip çıkan ama aynı zamanda alt yapı sorunları olmayan, yenilenebilir enerji kaynakları kullanan, teknolojinin kolaylıklarından yararlanan kentlerin gerçekçi bir alternatif olacağı hedefiyle yola çıkmıştır.
Aslında cittaslow en başta iki önemli yanılgıyı önkabul olarak alıyor. Birincisi, “şehirler (modern hayat) kötüdür, taşra (geleneksel hayat) iyidir” ön kabulü. Bir şeyin iyi bir şey olup olmamasını coğrafi, ya da tarihsel konumu belirlemez. Bunların belirleyici olduğuna inanan duygu durumuna “nostalji” (nerde o eski günler?) adını veriyoruz. İkincisi, “yenilenebilir enerji ve teknolojik kaynaklar” kullanılarak “el sanatlarına, doğasına ve geleneklerine sahip çıkan” bir kent modeli inşa edilemez. Teknoloji kullanılabilir, itirazım yok, ancak bu durumda ortaya başka hibrit bir model çıkmış olur, Bu da geleneksel model diye adlandırılamaz.
Bu içerik analizinin ötesinde ve kanımca en önemli sorun olarak cittaslow hareketi, gittiği yerdeki üretim ilişkilerini kapitalistleştiriyor. Bugün Türkiye’deki 15 cittaslow’un hepsine gittiğinizde göreceğiniz manzara üç aşağı beş yukarı benzerdir. Bu şehirlerin şayet kendi halinde bir hayatı var idiyse, bu hayat şeklinin kendisini mistik, turistik, seyredilmeye (ve satın alınmaya) değer bir meta haline getiriyor. Dahası, bu şehirlerde olup biten özgün yaşamı tek tipleştiriyor ve şehrin varlık amacını, kendinden kar etmek biçimine dönüştürüyor.
Cittaslow’larda her kapı başında size selam veren, içeri buyur eden esnaf “teyzeler”, (ne yazıkki) o cittaslow ölçeğinin kapitalistleri oluyor. Evlerini büyütüp butik otel yapan “amcalar” ise, o yörenin eski feodalleri yeni patronları oluyor. Bir biçimde cittaslow olmanın kendisi pazarlanabilir, alınıp satılır bir metaya dönüştüğünden, artık o şehirdeki sosyal ilişkiler de bir “al gülüm ver gülüm” ekonomisinin izleri görülüyor. Öyle ki, belki eskiden kapısından rica etseniz size bir bardak soğuk su ikram edecek evlerin “hayat”ları (arka bahçe), artık birer cafe. İstediğiniz su, plastik paketli, tanesi de 2 lira. Siz memnun, köylü teyzem memnun, su fabrikası en memnun. Çünkü çeşmelerinden gürül gürül temiz su akan o köye artık kamyonla su satabiliyor. O köyde o suyu bekleyen cafeler var artık… (lütfen bu küçük örneği, daha büyük biçimlere kendiniz teşmil edin, yazarı daha fazla yormayın 🙂

Cittaslow’un muhatabı olan yöre insanı da elbette kandırılmış, kendini yakmış durumda falan değil. Herkes bu “al gülüm ver gülüm” ekonomisinin bilincinde ve rolünü hakkıyla oynuyor. Yöre insanı daha fazla kar etmek, şehirliler köy havasına benzer bir şeyi solumak, piyasa aktörleri da daha önce girmedikleri pazarlara açılmak hevesiyle bu cittaslow’culuğu bir modern hayat eleştirisi olarak selamlıyor, ayakta alkışlıyor.
Şehir hayatı kötüyse bunu kötüleştiren bizleriz. Şehir hayatını daha yaşanılabilir kılmak yerine o hayatta yer alan toplumsal ilişkileri taşraya taşıyıp, oraları bu ilişkilerle sterilize edip bununla övünmek ve buradan taşraya, onun yaşam tarzına ve değerlerine doğrudan bir pozitif değer atfetmek yapılabilecek en kolay ama en yanlış iş olsa gerek. Çözüm, şehir hayatında ve modernitedeki aksaklıkları, eşitsizlikleri, en mikro düzeyden, bireyselden başlayarak, makro düzeylere örgütlü mücadelelere devşirebilmek gibi geliyor bana.
Taşrayı sevmek ve onu olumlamak meselesinde ise anahtar, kapitalistleşmeden (piyasaya açmadan) geleneği anlayabilmekte, cittaslow olmadan yavaş şehir olabilmekte diyor, sözü uzatmadan bitiriyorum.
Dixi et salvavi animam meam (söyledim ve ruhumu kurtardım).

