Deliler Fatih’in Fermanı’nı izledim. Bu yazı filmin kısa bir eleştirisi ve değerlendirmesini içeriyor. Spoiler barındırır.

En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Deliler dopdolu ve tarihle irtibatı da olan bir mitolojinin nasıl kötü kullanılabileceğini gösteren bir film olmuş. Ne film hakkında (yapımcısı, yönetmeni, yapım ekibi vs.) ne de bizzat Deliler hakkında bir bilgi sahibi olmaksızın izlemeye gittim. İyiki de öyle yapmışım, çünkü film nasıl bir habitus’de hazırlandığını ve çekildiğini çok hızlı faş ediyor.

Sinema bir mucizedir değerli arkadaşlar, öyle bir mucizedir ki size bir olayı sözcüklere dökmeden anlatma imkanı verir. Çünkü aktörlerle, onların eylemleriyle, diyaloglarıyla gerçekleştirilen bir sanattır! Bu bakımdan filmin açılışı sinematografik açıdan fiyasko. Alttan Yetkin Dikinciler’i konuşturarak bir hikaye anlatmak istiyorduysanız roman yazmalıydınız. Filmin ilk 5 dakikası boyunca (Fatih) Mehmed ve (Voyvoda) Vlad’ın neden düşman olduklarını sözlü olarak dinliyoruz. Burada gösterilen tek çatışma, çocuk Vlad’ın kafesteki kuşu öldürmesi, çocuk Mehmed’in ise diğer kuşu salıvermesi. Ardından yetişkin Vlad Osmanlı’nın gönderdiği elçiyi öldürüyor. Sultan Mehmed, Eflak yöresinde yaşayan Baba Sultan adlı bilge kişiye gidip “Deliler’imizi salmanın vakti geldi” minvalinde bir mesaj veriyor. O andan itibaren Yetkin Dikinciler sazı yeniden ele alıyor ve başlıyor Deliler’in ne cengaver ne korkusuz ne yiğit savaşçılar olduğunu anlatmaya. Filmin ilk bölümü uzun bir fragman niteliğinde ya da uzun fragmanların birleştirilmesinden oluşuyor demek bu nedenle daha mümkün. İlk 45-50 dakika boyunca çok az ve yüzeysel diyalog, bol bol alt metin, yoğun müzik ve ağır çekim sahne vardı.

Bir defa; bu filmde çatışan karakterler kimler? Vlad ve Mehmed ise Mehmed nerede? Durduk yerde neden Deliler’e müracaat edildi? Ne acımasız olay yaşandı ki Sultan Mehmed Deliler’i devreye sokmaya karar verdi? Bu Deliler kimdir? Vasıfları nedir? Bunlar bir tür “bordo bereli” midir? Yoksa tarihsel gerçekliğe uyacaksak bunlar birer öncü birlik midir? Bu soruların hiçbirinin sinematografik yanıtı yok. Sadece Yetkin Dikinciler’in dinlendirici konuşmaları var filmde. “Vlad zulmetti, Türkler adaleti getirdi… Onlar ölümü öldürenler, onlar Deliler…”. Sinema bize bunları sözlü olarak anlatmaz, bize bunları hissettirir. Çeşitli sahnelerle, diyaloglarla ve eylemlerle…Sinema “bak adamın babası öldü ne acı!” demek değildir, kamera-oyun! dersiniz adamın babasına kamyon çarpar, adam babasının başına gidip ağlar ve biz de düşünürüz ” ne acı! adamın babası öldü…”. Formül çok kaba hatlarıyla budur. Ama ağır çekim sahneler eşliğinde alttan konuşarak anlatmak izleyenin zihninde uzun bir fragman tadı bırakıyor. Gelişen bir olay yok çünkü. Dokümenter bir tarzda hazırlanmış bir tanıtım var bu sahnelerde.

Filmde Deliler tarihsel bağlamı dışında bir süper kahraman ya da bugünkü anlamda Bordo Bereli timine yakın resmediliyor. Edilebilir, her film illa tarihe sadık kalmaya mecbur değildir, ama biz Deliler’in kahramanlığını filmde göremiyoruz. Bize “hikaye ediliyor”. Deliliklerini göremiyoruz. Filmde “anlatılıyor”. Dahası ortaya çıkan ve dere tepe at tepmek dışında bir maharetini göremediğimiz Deliler, filmin en azından ilk bölümünde “deli” değiller! Gayet makul, planlı programlı kendilerini davaya adamış adamlar bunlar. O nedenle Bordo Bereli’ye daha yatkın bir tipoloji var filmde. Sonradan filmin yapım ekibinde “İsimsizler” dizisinde çalışanların olduğunu öğrenince bu temsil daha bir yerine oturdu. İsimsizler 14. yüzyıl…

Peki nasıl olabilirdi? İlla birebir tarihe sadık kalmamak filmde tercih edilmiş bir şey zaten. Film başladığında biz Vlad’ın zulmünü, köylerde insanlara çektirdiklerini görürdük. Sonra Vlad’ın peşine Osmanlı ordularından bir kol düşerdi, Vlad ve onun psikopat askerleri Osmanlı ordusunu darmadağın ederdi. Komutanına işkence ederdi vs.  Biz de Vlad’a derin bir öfke ve nefret duyardık. Bunun üzerine bu psikopatlara karşı sultan bir süre kararsızlık ve sıkıntı yaşadıktan sonra “Bizim Deliler’i devreye sokalım, bunların hakkından ancak Deliler gelir” derdi. Ama filmde bir elçi öldürülünce Sultan kalkıp Deliler’i çağırdı. Neden çağırdı? Neden Deliler? Neden elçi öldükten sonra? Bunların cevabı yok. Tarihimizde kaybettiğimiz savaş yok mu? Bir sürü… Ama senaristler ve yönetmen Osmanlı ordusunu, askerini yenik göstermeyi tercih etmeyerek, yani filme bir derinlik katmadan sadece mesaj vermeye çalışarak kotarmak istemişler.

deliler-nur
Nur Fettahoğlu’nun (filmdeki başarılı performansı bir yana) canlandırdığı Alaca karakteri olmasa bu film ne kaybederdi?

Başka bir mesele şu; Nur Fettahoğlu bu filmde neden var? Fettahoğlu çok başarılı bir performans sergiliyor ama onun canlandırdığı Alaca karakterini filmden çıkarsan bu film derinliğinden ve anlatı gücünden ne kaybeder? Senaristler Deli Aşkar ve Alaca arasında bir aşk gerilimi yaratmak istemiş ve bir anda vazgeçmişler resmen. Alaca’yı kurtardıkları köyde buldukları bebek bile ondan daha fazla etki etti senaryoya, onun sayesinde biz Suskun’un hikayesini öğrendik. Alaca’dan ne öğrendik? Babasına öksürük ilacı yapmış bir kızcağız düşünün, ama babası filmde kaldığı 3-5 dakika boyunca bir defa bile öksürmedi!

Gelelim, filmin ikinci yarısına… İlk yarıda insanı boğan ağır çekim at binme sekansları, yetersiz diyaloglar ve uzun alt konuşmalardan sonra ikinci bölümde film biraz toparlanıyor. Kervansaray’daki kanlı kavga ile Deliler’in (Suskun’un şahsında) “deliliği” meydana çıkıyor. Filmin başında bize gösterilmesi gereken canilik ve delilik tam bir saat sonra karşımıza çıkıyor. Bu izleyiciyi filme çekmek için çok geç bir süre. Şunun gibi sahneleri başa koysalardı da Deliler’in ne deliliği olduğunu baştan görseydik…

Film en başta Mehmed ile Vlad arasında bir çatışma anlatır gibi olup sonra birden Vlad ile Deliler arasındaki çatışmaya odaklanıyor ve bunların birbirleriyle karşılaşması ve savaşması üzerine kurulmuş bir yolculuk hikayesine dönüşüyor. Ancak Vlad ile Deliler karşılaştıklarında o rahatlamayı oh be savaşacaklar sonunda hissiyatını yaşayamıyoruz. Vlad neden ordularıyla dağ bayır geziyor? Neden 5 tane “deli” için koca bir orduyu topluyor? Sırf bir köyü basmaya giden 20 kişiyi öldürdüler ve kanat takıyorlar diye mi yani? Bu soruların cevabı yine yok, yine yok. Vlad geziyor, arada göl başlarında Tanrı’yı tehdit ediyor… Öyle…

Deliler ve onların piri Baba Sultan şaman geleneğini temsil ediyor filmde, ama hard-core Sünni İslami bir dil kullanıyorlar. Şaman kamı neden kendini ve meşruiyetini Hz. Ömer’e yaslasın? Bütün Deliler Orta Asya’dan gelme isimler taşırken Neden savaşta hayatını kaybeden Adsız Deli’ye Hamza adını versin? Bunlar da duygusal olarak etkileyici olsa da gerçekli açısından sorunlu ve gerçekliği eğip bükme bakımından filmin ideolojik amaçlarla yapıldığını gösteren doneler. Tamam, Türk-İslam Sentezi’yle yetiştiniz, ama aklınız, gönlünüz eski Türk geleneklerinde kalmış, anladık. Ama neden eski Türk geleneğini İslam ile yoğurmak zorundasınız? Ne alakası var? Ne gerek var?

deliler-vlad
Vlad karakterinin işlenişi ve anlatılışı çok başarılıydı. Erkan Petekkaya da karakterin altından çok iyi kalkmış. Kaynak: HaberTürk

Filmde pek çokları beğenmese de benim en beğendiğim karakter Vlad ve onu canlandıran Erkan Petekkaya oldu. Erkan Petekkaya kendisinden beklemediğim güzel bir oyunculuk vermiş filme. Vlad’ın öz babasını reddedip Tanrı’yla hesaplaşması ve sonunda Tanrı’ya da gider yapması (“sen arkamda durmayıp Türkleri desteklersen, senin adını yaşatacak kimse kalmaz, tercih senin”), onu psikopatolojisini yansıtmayı başaran anlar yaşattı. Ayrıca Deliler’i canlandıran oyuncular da çok iyi performans çıkarmışlar. Ama film, senaryo ve reji bakımından çok eksik.

Filmin siyasi misyonu konusunda altını çizebileceğim tek şey var, film ne zaman şamanlara ve onların telekinetik haberleşmeleri, birbirlerini tedavi etmeleri, ayinleri vs.ye odaklandığında heyecan kazandı. Her ne vakit Deliler kendini İslam ordusu olarak tarif edecek söylemlere girişti ise o sahnelerde damağımda “Battal Gazi Reloaded” tadı bıraktı. Şamanları anlatıyorsan, şamanları anlatacaksın. Yalpalamayacaksın.

“İyi ki varsın Eren” göndermesi güzeldi. Çok hoş bir his yarattı izleyenlerde. Ötesinde ise ben Eren’i dedesini ve Papaz’ı filmde Hristiyan Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri’ni anlatmak için yer verildiğini sanmıştım. Meğer onlar da Osmanlı “ajanı” imiş. Sanırım ekip böyle cesur bir hamleyi (dinden bağımsız bir Türk imgesi yaratma ve yerleştirme denemesi) yapma şansını kenarından ıskaladı. Türk-İslam’ı konuşmak ve konuşturmak daha cazip gelmiş belli ki.

Filmde iyi olan bir diğer husus müzikler, sanat yönetimi. Devrin yaşayışını, köylerini kıyafetlerini çok güzel yansıtmayı başarmışlar ve anakroniye düşmemişler.

Türkler kısa beyitleri, sloganları sever. Zaten kim sevmez ki? Filmde de bolca sloganize edilmiş beyit kullanılmış ve bunların kullanımı gayet yerinde. Deliler’in sancağında da yer alan “Meydanda kalırsak yazılsın taşa, Kaderde ne varsa o gelir başa” beyiti ile “Senin Tanrı’nın oğlu yok, benim Allah’ımın orduları var!” gibi sloganize replikler filme didaktik ama etkileyici bir hava katıyor. Deliler’in “huu” deyişiyle kurt ulumasının birleştirilmesinin yarattığı ürperti, öte yandan Deliler’in reisinin arada ünlediği “Huuu! Delular…” deyişi pek çok kişinin diline dolanacak kadar havalı…

Filmden çıktıktan sonra şöyle internette yorumlarına bakmak isteyince gördüm ki, film Ülkü Ocakları tarafından tavsiye edilmiş, desteklenmiş ve Ülkücü gençler bu filme gitmeleri için teşvik edilmiş. Yapım ekibinin daha evvel İsimsizler, Kafes, Diriliş Ertuğrul gibi yapımlarda da yer aldığını filmden sonra öğrendim. İyi ki sonra öğrenmişim. Bu bilgilerin oluşturabileceği bir olumlu/olumsuz önyargı olmadan filmi izleyince sinematografik açıkları “dan” diye meydana çıktı.

Hülasa edelim, “Deliler Fatih’in Fermanı” reji ve senaryo yönünden beklentileri karşılamayan ama bir pop-kültür nesnesi olmayı karşılayacak malzemeyi içinde barındıran bir film olmuş. Anlattığı tarihin ilerisine ve gerisine doğru açılabilecek bir şekilde bitirilmiş. Yapım ekibi (senaristler ve yönetmen) Türk-İslam sentezinin TÜRK kısmını vurgulamayı özellikle istemişler ama onu da İslami bir dille vurgulamak zorunda hissetmişler kendilerini. Bu bakımdan film Kafes, Diriliş, Sevda Kuşun Kanadında gibi yapımların habitus’ünde ilerliyor. Onların taşıdığı siyasi misyonu taşımak gibi bir hatayı da barındırıyor. Belki bu yüzden salondan çıktığımda “bu filmi film yapmak için değil, sağcılık yapmak için çekilmiş” deyivermiştim. Sağcılar sinema, edebiyat ve tiyatroya yönelik üretim yapmaya başladılar, eskiye nazaran kaliteyi de artırdılar, iyi de oldu. Ama ne zamanki bunu sağcılık yapmak için değil, sinema yapmak için yaparlarsa bir anlamı olacak ve sırf mesaj vermek için o bariz sinematografik hatalara düşmeyecekler.

Şayet bu hikaye derinleştirilecekse ikinci üçüncü devam filmlerinde bu filmde görülen ve tekrar edilmemesi gereken çok hata var. O hatalara tekrar düşülmedikçe biz “Huuuu! Delular…” deyip salonlara gitmeyi düşünebiliriz.