12 Bölümlük Şahsiyet maceramı, fasılalı da olsa tamamladım. Şahsiyet, paralı platformlarda dizi yayıncılığının yeni şahikasını işaretlediği kadar, TV yayıncılığının bazı hastalıklarından da halen kurtulamadığını gözlerden kaçıramıyor. Ama diyebilirim ki, benim gördüğüm (2000 sonrası Türk sinema-TV dünyasında) ikinci başarılı Türkçe polisiye yapım. Bu yazıda daha çok dizinin hedef aldığı izleyici kümesi üzerinden Türkiye’deki yansımaları ile kısmen iyi-kötü gördüğüm yanları tartışılıyor. Aşağıda yazacaklarım diziyi henüz izlememiş olanlara ağır spoiler içerebilir. Tadınızı kaçırabilir.

sahsiyet-reyhan
Memleketin Reyhan’larını değil Vural’larını göstermek, Nevralarına değil, Cemil’lerine odaklanmak, Şahsiyet’i nazarımda bir Şaheser’e çeviren niteliklerinin başında geliyor. (Kaynak: YouTube)

Artık internette her yerde görüldüğü için hikayeyi çok deşmeye gerek yok. Şahsiyet, alzheimer hastası olduğunu öğrenen eski bir adliye memurunun “nasıl olsa hiçbir şey hatırlamayacağım!” diyerek seri katile dönüşümünü anlatan bir dizi. Puhu TV’de yayına girdi ve bu nedenle televizyonda yayınlanan dizilerden daha kısa, daha derin ve sansürsüz bir anlatım kurmayı başarabildi. Sansür derken sadece BİP’leme değil, koca bir “dokunulmazlar” listesini elinin tersiyle itme durumundan bahsediyorum. Şahsiyet, çocuk istismarı, tecavüzcü ile evlendirme, ırkçılık gibi konuları bu suçlara muhatap olanları mağduriyeti üzerinden değil, fail(ler)in utanmazlığı ve şahitlerin utancı, sessizliği, sinikliği ve öfkesi üzerinden anlatmayı tercih etmiş. İşte bu geleneksel Türk televizyon anlatım diline son derece aykırı bir duruş. Hem de o dizilerin tanıtımlarındaki “toplumsal bir yaraya parmak basıyoruz!” demogojisine de ihtiyaç duymayan bir tercih. Bu tercihin yazımı ve inşasında senarist Hakan Günday ve yönetmen Onur Saylak’ın etkili olduğu aşikar.

sahsiyet-sonsahne
Şahsiyet, hem Türk orta sınıflarına Avrupai bir övünç armağan ediyor, hem de yurtdışına açılacak Türk sinemasının sadece bir gezi rehberinden ibaret olmaması gerektiğinin altını çiziyor. (Kaynak: unifestal.com)

Dizinin senaryosu ve sinopsisi ne kadar yerliyse, çekim tekniği, rejisi ve sanat yönetimi o kadar Avrupai. Bu da diziyi Türk orta sınıfları arasında dehşetli bir popülariteye muhatap kıldı. İnternetteki yorumların neredeyse tamamında “demek ki biz de HBO, Netflix, AMC kalitesinde dizi yapabiliyormuşuz be” tadında gidiyor. Yüzü Tanzimat’tan beri Avrupa’ya dönük olan Türk orta sınıfları Şahsiyet’in house-tekno-trap karışımı müziklerinde, mekanlarda cesurcu kullanılan neonlu ışıklandırmalarında özlediği ve son yıllarda kaybolmaya yüz tutan bir Avrupailiği, bir ayrıksılığı bulmuşa benziyor. Ancak (eleştiri şimdi geliyor) dizinin bu tercihleri kimi zaman senaryo ve rejiye olumsuz etki yapmış.

Hikayenin tam göbeğinde yer alan ve ancak son 3 bölümde açıklığa kavuşabilen çocuk istismarı meselesi ne kadar buralı ve sahiciyse, ilk bölümlerde gördüğümüz kadın düşmanlığı ve bohem hayat eleştirisi o kadar bize yabancı. Burada dizinin belkide Agah bey (Haluk Bilginer) ve onun “sosyopatolojik” dönüşümünden sonra ikinci sacayağını oluşturan Cinayet Masası ekibinin yapaylığına gelmek istiyorum.

sahsiyet-cinayet-buro
Şahsiyet’teki Cinayet Büro ne kadar yapay (Amerikanvari) yazıldı ise, oyuncuların becerisi o yapaylığı ortadan kaldırabilen bir performans ortaya koymayı başarıyor.

Cinayet Masası, -sıklıkla vurgulandığı üzere- mekanı, diyalogları ve karakterleri itibariyle tamamen Amerika! Türkiye’de ne Tolga (Necip Memili) gibi başkomiserler var, ne Sefa (İbrahim Selim) gibi komiser yardımcıları… Belki Firuz’lar ama onların da buralarda ihanet etmelerinin gerekçesi hasta evlatları değil siyasi konum alışları olabilir. Bu Amerikalı ekibin Nevra’yı (Cansu Dere) dışlarken ürettiği kadın düşmanlığı (iş hayatında kadın tanımamışlığı da denebilir) Türkiye’de dizide anlatıldığı gibi cereyan etmiyor. Bu konuda (belki filmler birbiriyle karşılaştırılmamalı ama yine de deneyeceğim) polisiyenin başarılı bir örneği olarak gördüğüm Behzat Ç.’deki Eda karakterine yönelik dışlama, kollama, sevgi-nefret, saygı-küfür gerilimi daha doğru ve daha gerçekçi idi. En azından daha Türkiyeli idi. Muhtemelen bu bize yabancı tasvirler dizinin türkiye dışına satışını mümkün kılmak için ticari bir hamle olsa gerek diye kendimce bir gerekçe bulabiliyorum.

Dizide başlangıçta yaptıklarını daha sonra hatırlamayacağını bildiği için, geçmişte intikam alamadığı insanları öldürdüğünü düşündüğümüz Agah beyin, bölümler ilerledikçe bu işi bir code’a (kişisel hınç, kanun) bağlı kalarak yaptığını öğreniyoruz. Birbirinden bağımsız gibi görünen cinayetler dizinin sonunda birbirine bağlanıyor. İzleyici uzunca bir süre Agah’ın çingenelerin evlerini yakan Kamburalı’lardan intikam aldığını düşünürken, bir plot twist’le hem çingenelerin evlerinin yakılışının hem de Agah’ın seri cinayetlerinin sebebi birbirine bağlanıyor. Burada Çingenelerin yakılması, kasabalının ötekiye yönelik öfkesiyle birleştirilerek bize tüm bölümleri izlememizi sağlayacak bir örtü yaratıyor. Kimilerinin eleştirisinin aksine uzunca bir süre olayın gerçek sebebini anlayamıyoruz. Anladığını iddia edenler de muhtemelen “haa buymuş ben zaten biliyodum” diye bir zihinsel savunma mekanizması geliştiriyorlar. Örtü kaldırıldığında ise koca bir gayyayı vücud olarak kasaba imgesi karşımıza çıkıyor.

kambura
Kambura’nın yaşadığımı dünyaya bir köprüyle bağlı kendi başına bir yer olarak resmedilmesindeki coğrafi tercih, kasabanın ayrıksılığını vurgulamak için başarılı bir tercih olmuş (Kaynak: HurriyetEmlak)

Kamburalıların el birliğiyle burs vererek yetiştirdiği Cemil’in kasabaya “borcunu ödemek için” küçük kızları Kasaba’nın nüfuzlu erkeklerine peşkeş çekmesi ve bütün kasabanın “Kambura’nın ayıbı”nı örtmek için seferber olması, Kasaba’nın ne menem bir şey olduğunu yüzümüze vuruyor. Bu sahneler dizinin en sağlam vuruşları yaptığı kısımları oluşturuyor. Öte yandan Cansu Dere’nin kasabanın kadınlarını toplayıp onlara “kadın dayanışması” sözü verdiği, onlardan kendisiyle konuşmasını istediği yerlerde ise koyu bir didaktizm kulakları tırmalıyor.

Şahsiyet, ilişki ağları, ortak suskunlukları, ortak günahları ve meşrulaştırılmış şiddetiyle Türk kasabasını anlatmaya giriştiği her an nasıl puan topluyorsa, modern yüzüyle, Avrupai yaşam tarzları ve sorunlarıyla Türk kentini anlatmayı denediği ya da bu ikisi arasındaki gerilimi kurmak istediği her an topladığı puanları havalara savuruyor. Ama yine de olumlu görebileceğim bir yanı, kasaba-kent geriliminde bir tarafı tutmuyor. Ne taşra otantisitesine sığınıyor, ne de kent modernitesine. Söz gelimi dizide ne “irfan sahibi” bir yaşlı bilge Kamburalı’ya rastlıyoruz. Ne de aydınlanma ışığını Kambura’ya taşıyan bir kentli imgesine. Herkes, kendi yaralarını, kendi hesaplaşmalarını ve karanlığını içinde taşıyarak Kambura’da buluşuyor. Kambura’da Reyhan’ı ahırında alıkoyup satan adamın ahırında bugün bile bir kız çocuğunun bulunması, yediği dayaklara rağmen kızı salıvermeyip önüne ruhsuz bir ifadeyle ekmek atması, kötülüğün sonunun gelmeyeceğinin, kasaba gayyasının aydınlığa kavuşturulamayacağının özlü bir anlatımı gibi.

Çok sayıda karakterin varlığı ve her birinin derinlikli işlenişi dikkat çekiyor. Bunu Hakan Günday’ın edebi kuvvetine bağlamak mümkün. Biraz da bu kalabalık nedeniyle her karakterlin ayrı ayrı tahlilini yapmayacağım. Tüm oyuncuların (Cinayet Masası ekibi dahil) rollerinin hakkını vermesinin yanında merak ettiğim bir konu bu dizinin söz gelimi 12 yerine 10 bölüm olması izleyiciye ne kaybettirebileceği oldu. Çünkü hikayenin sündüğü noktalarda sadece üst düzey oyunculuklar diziyi izlenebilir kıldı. Örneğin Agah’ın torunu Deva ve arkadaşlarının kurduğu “köpek öldüren kulübü” neden vardı? Nereye bağlandı ve amacı neydi? Böyle bir internet sitesi açıldığında polis neden o siteyi takibe almadı? Hele ki, o sitede adı yazılan kişiler bir gece sonra öldürülüyorsa Deva ve arkadaşlarının sabahına gözaltına alınması gerekirdi. Yine Hümeyra’nın traji-komik Feza karakterinin hikaye örgüsüne katkısını tam göremedim. Çoğunlukla onların sahnelerini -hikayeye bir etkisi olmaması nedeniyle- atladığım oldu. Geri sarıp izlediğimde ise anlamsız buldum. Yine de Agah’ın kendi evinin adresini unutması ve eski oturdukları ev sahibine gidip “ben sizi öldürmeye mi geldim acaba?” demesi çok komikti. Ama yine o sahnede “Feza’nın orada ne işi vardı? Feza olmasa ne eksilirdi?” soruları aklımdan çıkmıyor. Bu gibi senaryo ve reji açıkları diziyi zaman zaman Türk izleyicinin zihin dünyasından uzaklaştırıyor. Ayrıca hikayeyi gereksiz yere uzatıyor. Paralı platformlarda izlediğimiz dizilerin şüphesiz TV yapımlarına göre daha derli toplu olmasını bekliyoruz. Bu hakkımız da var kanaatindeyim.

sahsiyet-kirmizi
Şahsiyet rejisinin cesurca kullandığı renkli neonlar ve cüretkar müzik tercihleri dizinin kendi dünyasını kurmasına ciddi bir katkı sağlamış. (Kaynak: HurriyetEmlak)

Bir alkış sanat yönetimine ve dizinin müzik seçimlerine. Bu iki unsurun kurduğu dünya sayesinde dizi alternatifi yerli polisiyelerden kendini ayırt etmeyi başardı ve hem Türkiye’ye hem Avrupa’ya göz kırpan bir yere konumlandı. Umarım yurtdışında da altyazı ve dublaj seçenekleriyle izleyici karşısına çıkar ve uluslararası izleyicinin ve eleştirmenlerin yorumuna mazhar olur.

Şahsiyet, kasaba-kent geriliminde taraf olmadan insan doğasını anlatmayı başarabilen bir yapım. Senaryo ve reji tercihleri bakımından ise, son yılların Türk sosyo-politik habitus’ünden sıyrılmayı başararak son derece Avrupai tercihlerde bulunmuş. Bu tercihler bir yandan yapımın kalitesini gözle görülür artırırken, bir yandan da uluslararası arenaya göz kırpan bir işin ortaya çıkmasını sağlıyor.

Son olarak ekseriyete uyarak söylemeden geçemeyeceğim ki Hakan the Muhafız yerine şu diziyle Netflix alemine girseydik, hem yine İstanbul’un tanıtımı hakkıyla yaılmış olur, hem de Türk sinemasının gücü gösterilmiş olurdu. Şahsiyet nadir anlarda izleyiciyi yorsa da başarılı bir polisiye yapımı olmuş. İzlene, izletile…