Aranan kan gözümün önündeymiş de görmemişim. Uzun zamandır Türk orta sınıflarının popüler kültür üretim ve tüketim eğilimleri üzerine gözlem yapıyorum. Öte yandan Türk sinemasında da son yıllarda takdire şayan bir kalie artışı söz konusu. Ama toplumdaki göreli muhalif duruşu ve seküler kimliklenmeyi popüler kültürde bir türlü göremiyordum. Ta ki caglararts‘ı tanıyana kadar.

(SPOİLER İÇERİR)

Askere gidip geldiğimden beri aklımda şöyle değişik bir film hikayesi döner dururdu: Askerliğe pek de sıcak bakmayan bir genç adam, çeşitli mecburiyetler sonunda orduya katılsa ve yetenekleri sayesinde özel kuvvetlere kadar yükselse, sonra da devlet için gizli operasyonlara katılsa. Bu süreçte yaşadığı iç gelişimle evelezelden öteki olarak kurduğu devletle gerilimli bir bağlanma ilişkisi kursa. Gezi’den başlayarak Türkiye’nin girdiği yeni yol Ankara Katliamı, Reina Saldırısı, Suruç Katliamı, Suriye’deki Savaş ve 15 Temmuz’la bağlantılı olarak Türk gençleri üzerinde daha evvelkilerden farklı bir tahribat yarattı. Bu tahribatı bir “zoraki asker” üzerinden anlatmak nasıl olurdu?

İşte Dağ I, Dağ II ve Börü sanki tam da bu sorularımın cevabını vermek için çekilmiş. Bu yazı, filmlerde inşa edilmeye çalışılan “yeni Türk” kimliğini, eski Türk kimliğini yeniden üretme denemelerini ve filmlerin genel bir değerlendirmesini içeriyor.Filmlerin genel dokusu son 15 yılın egemen İslamcı (utangaç ve İslamcılığa payanda edilmiş Türkçü) emperyalist ıslak rüyalarıyla süslü Türk politik habitus’üne bir cevap niteliği taşıyor. Bunu Dağ II’de geçen “Kaybettiğimiz her parçamız için savaşa girseydik, Altay dağlarına kadar tankları sürmemiz gerekirdi.” repliğinden başlayarak, BÖRÜ serisi ve filminde Fethullahçı teröristlerle girilen mücadelenin içine serpiştirilen diyaloglarda görmek mümkün.Öte yandan iki yapımın da baş karakterleri üzerinden Türk orta-üst (üst değil) sınıflarını (yeniden) Türk milliyetçiliğine davet etmenin farklı biçimleri görülüyor. Filmlerin başında umursamaz, kendi eğlencesinde ve nihilist gençler olan Oğuz (Dağ) ve Kaya (Börü) öykülerin sonunda kendilerini ülkelerine adamış kahramanlara dönüşüyorlar. Bu dönüşümü tetikleyen Türk orta sınıfları için anlamı hiç bir zaman kaybolmayan Atatürk imajının filmlerde daima diri tutulması olmuş. Türkiye aidiyetini bugünkü iktidarlar ve ona dayanak sağlayan toplumsal ortam üzerinden değil Atatürk üzerinden kurmayı deneyen ve büyük ölçüde başaran filmler izliyoruz. Öte yandan bu “Atatürkçülük”  erken cumhuriyet Kemalizm’ine nostaljik özlemler taşıyan klasik refleksleri taşımıyor, aksine onu 2010’lar Türkiye’sinin koşullarına göre yeniden üretiyor ve bu anlamda ona yeni bir can veriyor.

Börü’nün Atatürkçü söylemi, eski ideolojik kodlardan ayrılırken; onu günün kodlarına göre yeniden üretme potansiyelini de içinde taşıyor.

Bu bakımdan bu yapımları aynı dönemde çıkan rakipleri* ile aynı kefeye koyarak “Şovenist”, “Miltiarist”, “Kemalist”, “Irkçı” vs. olarak etiketleyip kenara itmeyi doğru bulmuyorum. Bu yapımlar, Türkiye’de 2010’larda tanık olduğumuz toplumsal dönüşümün üzerine oturuyorlar ve 2000’li yıllar Türkiye’sinin hikayesini anlatıyorlar. Bu yeni Türkiye toplumsallığına Ruşen Çakır pek mahir bir ifadeyle “Yepyeni Türkiye” adını verdi. Seçim sonuçlarıyla irtibatlı verilen bu adlandırmaya, seçim sonuçlarının da ötesinde bir gözlükle bakarak katılıyorum. Yepyeni Türkiye’de klasik kavramsallaştırmaların yetmeyeceği yeni bir sosyo-politik dağılıp toparlanma sürecini gözlemiyoruz.Yine her iki yapımda ortak bir taraf olarak karakterlerin kahramanlığa geçiş aşamasında insan doğasından vazgeçmeyen bir tanımlama çabası dikkati çekiyor. Dağ II’de ve Börü’nün 15 Temmuz gecesini anlatan sinema filminde “bizi kahraman yapan şey, korkularımız, çünkü hepimiz sıradan insanlarız” ortak bir söylem olarak kullanılıyor. Bu insancıl yaklaşım her iki yapımın da sahiciliğini artırıyor ve izleyiciye “oradaki ben de olabilirdim” düşüncesini aktarmayı başarıyor.

Hem Dağ, hem de Börü, robotlaşmamış, insani özelliklerini, korkularını, özlemlerini, acılarını kaybetmemiş kahramanlarıyla gerçekçi bir atmosferde öyküsünü anlatmayı başarabiliyor.

Milliyetçi bir söylemle yazılmış tüm filmlerde olduğu gibi izleyeni heyecanlandıraak sloganvari ifadeler bu filmlerde de mevcut. “Bir ölür, bin dirilir”, “Asmanda bürküt, jerde kökbörü ol”, “Korkmadık, savaştık!” Dağ ve Börü’den aklımda kalan etkileyici sözlerden oldu. Ayrıca halk olarak birinci elden tanığı olduğumuz 15 Temmuz ihanetini anlatan Börü sinema filmi, dizinin peşinden izlendiği takdirde, duygu yoğunluğu oldukça yüksek bir deneyim sunuyor. Ancak bu milliyetçi dil, dönemdaşlarının aksine dinsel öğelerden özenle ayrılıyor. Dağ ve Börü, İslam dışı bir toplumsal tasavvur iddia ya da tavsiye etmiyor, ama filmlerde karakterleri ateşleyen duygular İslami değil. Bu bakımdan ben bu yapımları Türk Seküler milliyetçiliğinin sinema perdesindeki zaferi olarak görüyorum. Bir yönüyle Dağ ve Börü, daha önce izlediğim ve yoğun şekilde eleştirdiğim Deliler filminden daha “seküler” ama non-teist olmayan bir yerde duruyor diye ifade etmek mümkün.Yapım kalitesi ve sinematografi açısından ne Dağ, ne de Börü’nün, uluslararası düzeydeki benzerlerinden aşağı kalır tarafı var. Börü’nün başından sonunu Cartel ve Barış Manço ile bağladığı müzik dili, 90’larda ilk gençlik, günümüzde orta yaş dönemini geçiren nesilleri hedef alıp, Adamlar gibi aynı neslin Türk orta sınıflarına mensup kesimlerine hitap eden müzisyenlerin şarkılarıyla devam ediyor. Ayrıca dizi ve filmin yanı sıra iki filmlik Dağ öyküsünün soundtrack’ini hazırlayan Lincoln Jaeger’in epik parçaları, Börü için yaptığı Plevne marşı ve İzmir Marşına hazırladığı efsane remake’ler kalite çıtasını ulaşılmaz zirvelere taşıyor. Size şöyle bir örnekle bu başarıyı somutlaştırayım: Barış Manço’nun Gülpembe’si ile F-16 Savaş uçağının sonik patalamasını zihninizde nasıl bağdaştırabilirsiniz? Börü’yü izlerseniz bağdaştırabilirsiniz.Börü dizisinin finali ve Börü filminin açılışı arasında farkettiğim bazı devamlılık hatalarına, dizide zaman zaman bağlamdan uzaklaşan diyaloglara rağmen, Dağ ve Börü’nün anlatmak istediği öyküyü, sinematografinin marifetlerini kullanarak izleyenin üzerine taşıyamayacağı kadar ideoloji ve hamaset boca etmeden anlatabilen bir yapım olarak kaydetmek gerektiğini düşünüyorum. Bu başarı, bu filmleri Türk seyircisinde Şahsiyet’te olduğu gibi “biz de savaş filmi yapabiliriz” gururlu hissiyatını besleyen bir konuma da yerleştiriyor.

boru-15temmuz

Börü filmi, ailesiz büyüyen iki çocuk’un büyüdüklerinde karşı karşıya gelmesine neden olan bir gecenin (15 Temmuz) de öyküsü aynı zamanda. Burada hem Kemal’in, FETÖ’cü Tolga’ya attığı nutuktaki haklılığı, hem de Tolga’nın ona verdiği cevaptaki çaresizliği görmek, bu ülkenin çocukları için yapılması gereken çok şey olduğunu gösterir nitelikteydi. O iki replikle yazıya son vermeyi uygun buluyorum.

Kemal: Ben de öksüzüm, ben de sahipsiz hissettim. Ben de yapayalnız büyüdüm. Hiç kimseye güvenmedim, güvenemedim. Ama şerefsiz olmadım Tolga. Ülkemi tarikatlara satmadım. Çünkü kimsesiz hissetsem de iki şeyim var; biri vatanım, diğeri dostlarım…

Tolga: Kırk senedir ufacık yoksul çocuklarını ruh hastası bir imama teslim etmek gerçek nefret. Gerçek nefret kendimize olan nefret Kemal. Aklını bir başkasına teslim ettiğin için, kula kulluk ettiğin için. Hep o ilk günkü çaresizlikte kalmak, işte o gerçek kendimize olan nefret…

* Börü ile aynı dönemde ve yakın dönemde Söz, Savaşçı, İsimsizler gibi TV dizileri, Bölük sinema filminin vizyona girmesi, popüler kültürde militaristleşme eleştirilerini beraberinde getirmişti.