“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.”

Karl Marx

“Zamanın belli bir anında ve olabilecek pratik arzının belli bir durumunda herhangi bir gruba ait olabilecek özellikleri o gruba içkin ve zorunlu özelliklere dönüştürmemek gerekir.”

Pierre Bourdieu

Bu yazıyı son yıllardaki milliyetçi yükselişin bir apolojisini[1] yapmak için yazıyorum. Lafı eğip bükmeden, bu meselenin doğru anlaşılması için, toplumsal eylemin ilişkisel rasyonalitesini ve diyalektik materyalist tarih anlayışını birleştiren bir analizle bu “trendi” haklı çıkarmaya ve bir kısım muhalifin düşündüğü kadar canavarca bir şey olmadığını ifade etmeye çalışacağım.

Son beş senede dikkate değer gelişmeler yaşandı Türkiye’de. Beşinci yıldönümü yaklaşan hain 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra Türk sağı ciddi bir parçalanma süreci içine girdi. Bu parçalanmanın iki cephede iki ayrı dönemde gerçekleştiğini görüyoruz. İlk parçalanmayı milliyetçilerin 50 yıllık kalesi MHP’de gördük. İyi Parti’nin kurulmasıyla milliyetçilik ciddi bir kırılma yaşadı. Hatta yeni parti değişen koşulların etkisiyle, MHP’yi ilk terk eden BBP’nin çok ötesinde bir başarı gösterdi. Bugün farklı seçim sonuçlarından ve anketlerden gördüğümüz milliyetçilerin “mitoz” bölündüğüdür.

Sağın parçalanmasının ikinci aşamasını merkez sağı uzun yıllardır domine eden İslamcılar yaşamaktalar. Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından işgal edilen merkez sağın bütün iddiaları parti ve FETÖ arasında 2012 yılından itibaren idari, güvenlik ve yargı bürokrasisinin farklı kanatlarında cereyan eden savaşın da etkisiyle ciddi bir meydan okuma ile karşı karşıya kaldı. 15 Temmuz sonrası olağanüstü hal ve bu kapsamdaki politikalar, rejim değişikliği referandumu, etkisi giderek yoğunlaşan ekonomik darboğaz ve son iki yılın en önemli sorunu olan salgın ve karantina süreçleri İslamcıların yönetme iddialarını ciddi biçimde tehdit ediyor. Bu durumdan vazife çıkaran içerideki farklı gruplar Deva ve Gelecek adında partiler kurarak bu seçmen tabanına (hem de genel Türkiye seçmenine) bir alternatif yaratma çabası içindeler. Başarılarını zaman gösterecek, ancak ilk veriler pek de onların lehine görünmüyor. Yani İslamcılar “mitoz” bölünemiyor. Bölündükçe güç kaybediyor.

Bu yazıda İslamcılığın başarısızlığını değil, milliyetçiliğin göreli başarısını tartışmaya açıyorum. Liderler, partiler ve politikalardan ziyade toplum ve toplumbilim eksenli bir analiz denemesi yapıyorum. Milliyetçiliğin yükselişi ille de Türk milletinin faşistleştiğini mi gösterir? Yaşadığımız şey bir sağ sapma mıdır? Düzen içi muhalefetin sınırları içinde rasyonel tercihin dinamikleri nelerdir? Gibi sorulara cevap vermeyi deniyorum. Genel olarak Marx ve Althusser’in ideolojiye ilişkin yaklaşımını baz alarak toplumun yakın dönem ideolojik tercihlerini Bourdieu’cü bir okumaya tabi tutuyorum. Ulaştığım sonuçlar tartışmaya açıktır. Sözü uzattık, mevzuuya gelelim.

Siyasal Toplumsallaşmanın İlişkisel Rasyonalitesi

Toplumsal dünyaya ilişkin müdahale vizyonlarımızın belirlenmesi süreci olarak siyasal toplumsallaşma beşikten mezara giden bir süreç. Yirminci yüzyıla kadar bu sürecin başat aktörü aile, yakın çevre ve eğitim kurumlarıydı. Ancak son yıllarda alternatif bilgiye erişim mecraları ve sosyal medya, siyasal toplumsallaşma sürecine etki eden faktörlerin sayısını artırdı. Bu nedenle özellikle siyasal aktörlerin, bireylerin siyasal toplumsallaşmalarını ve siyasal vizyonlarını etkileme gücü arttı. Türkiye’de ise muhalefetin bu gücü doğru biçimde yönettiğini düşünmüyorum. Hatta epeyce yanlışlar da yapılıyor. Elbette siyasal ortamın bu kadar sıkıştığı bir yerde muhalefete yüklenmek konforlu bir şey. Ama en azından bunu doğru biçimde yaparsak Türkiye’ye bir patika açmak mümkün olabilir. Muhalefetin seçmenlerin rasyonalitesine hitap etme ve rasyonaliteyi algılama biçimindeki hatayı giderebilirsek belki bir şansımız olur.

2002 yılında iki eğitimci, küçük çocuklarla yapılan mülakatlarda, çocukları verdikleri cevapların anlamsızlığını farklı bir rasyonalite algısına dayalı olmasına bağlamaya karar verdiler. Böylelikle aldıkları “çocukça” cevapların, kaçınma ve sıkılma belirten cümlelerin ve dikkat dağıtıcı şakaların sebeplerini bulabileceklerdi. Elde ettikleri bulgular[2] gerçekten de ilginçti. Zira çocuklar hem arkadaşlarına hem de soru soran öğretmenlerine şirin gözükmek için zaman zaman makul cevaplar veriyorlar, soruyu beğenmediklerinde ise soruyla alay ederek öğretmenlerini ve arkadaşlarını güldürüyor ve konuyu değiştiriyorlardı. Bir süre sonra araştırmacılar bunun bir trend olduğunu fark ettiler. Çocuklar geliyor, 1-2 soruya kısa yanıtlar verip sonraki soruları geçiştiriyorlardı. Verdikleri saçma cevapların son derece bilincindeydiler, zira farklı ortamlara girdiklerinde aynı sorulara makul cevaplar veriyorlardı. Ya da cevabını bilmedikleri bir soruysa bilmediklerini açıkça ifade ediyorlardı.

Bu çalışmanın sonunda araştırmacılar, şu sonuçlara vardılar. Bireylerin rasyonel tercihleri tam anlamıyla “rasyonel” değildir. Daha doğrusu bu rasyonalite bilimsel rasyonalitede belirdiğimiz kriterleri taşımaz. Zira bireyler sosyal varlıklardır ve rasyonaliteleri de içinde bulundukları toplumsal ilişkilerden türer. Kavramı “ilişkisel rasyonalite” olarak tanımlayan araştırmacılar bilindik “bilimsel rasyonalite”den farklarını da aşağıdaki tabloda izah etmişlerdir.

Şimdi eğitim alanında çalışan bu araştırmacılarımız bize şöyle bir formül sunmuş oluyorlar. Birincisi, insanlar arasındaki ilişkiler gerçeğe ulaşma, olaylara mantıksal açıklamalar getirme gibi sebepler etrafında değil düpedüz karşılıklı anlayış, uyuşma ve katılım gibi sosyal kriterlere dayanır. Bir konu etrafında toplanan insanlar ellerindeki verinin gerçekle uygunluğundan çok daha önceki veriler ve yorumlarıyla ilişkisel tutarlılığına önem verirler. Bir yandan da ellerindeki verinin bireyler arası ilişkilerdeki fonksiyonuna yoğunlaşırlar. Bu süreçte birbirlerine “gerçekliği” aktarırken dinleyici konumunda olanlar bir miktar belirsizliği görmezden gelebilir, hatta destekleyebilir. Yani her şeyin apaçık ortada olmasını istemeye dair bir arzunun yokluğunu rasyonalite azlığı, iq düşüklüğü gibi sebeplere bağlayamayız. Daha ziyade muğlaklık bu sosyal ilişkinin devamlılığını sağladığı ölçüde kabul görür. Bir anlamda ilişki içindeki bireylerin bu tür bir belirsizlikten çıkarı olduğunu söyleyebiliriz.

Toplumsallaşmanın belli bir aşamasına açıklık getirmek amacını taşıyan bir çalışmayı siyasal toplumsallaşma alanına teşmil ettiğimizde Türkiye’de muhalefetin geçmiş yıllardaki göreli başarısızlığının sebeplerini ortaya koyabiliriz. Bir yandan da son yıllardaki canlanmanın sebeplerini anlamak için kendimize bir patika açabiliriz. Hadi açalım…

Türkiye’de muhalefetin farklı sosyo-politik havzalara girme hevesi son on yılımızı tüketti. CHP’nin İslam’la buluşması, HDP’nin Türkiyelileşmesi, Saadet’in seküler kesimlerle ortak bir zemin yaratma çabalarında görünür hale gelen bu denemelerde hep iki farklı savrulmayı gözlemliyoruz. Bunlardan ilki kendi(nin olduğunu varsaydığı) rasyonalitesini karşısındakine bir sızma harekatıyla dayatan bir mantık, ikincisi ise kendini ve prensiplerini tamamen yok sayarak kendini ötekinin kimliğinde tanıma çabasına dayalı bir kimliksizlik. Yani CHP bir biçimde İslami muhafazakarlıkla “barışmaya” çalışırken giderek kendi ilke ve değerlerinden uzaklaşıyor, bir yandan da muhafazakarlarla kurmayı denediği dilde üstenci yapıyı çok istese de kıramıyor. Saadet, bir takım ekonomik verilere dayandırdığı reklam çalışmalarıyla orta sınıflara hitap edebiliyor ama bu ekonomik bozulma için önerileri sorulduğunda bugünkü iktidarın vizyonundan çok da öteye gidemiyor.

Muhalefet seçmenlerin iktidara destek veren geniş bir kesimini kendine geri döndürmek isterken bir biçimiyle “bilimsel rasyonaliteyi” benimsiyor. Bu rasyonalite o kitlelerde kabul görmediği takdirde kitleyi mahkum etmeye çalışıyor ki bu da iyice kendi sınırlarına hapsolmuş aktörlerden oluşan bir siyasal ortamı üretiyor. Bu türden bir siyasal ortamda ister istemez anket şirketleri popülarite kazanıyor, seçimler tarafların “kelle sayımına” dönüşüyor. Sonuç olarak içinde kutup olmayan bir sözde kutuplaşma hayaleti türetiliyor ve siyasal alanda geçişkenliklerin artırılmasını öneren daktilocu kanaat önderleri sazı eline alıp çekiştiriyorlar. Peki muhalefet bu kadar başarısızken, milliyetçilik yükselmiş ve iktidar partisi müttefikini milliyetçilerden seçmişken nasıl bir milliyetçi muhalif çizgi oluşabildi? Bu sorunun cevabını vermeyi bu yazıyı daha fazla sıkıcı hale getirmemek için ikinci yazıya bırakalım.


[1] Apoloji kelimesini “bir dünya görüşünü savunma adına atılan nutuk” tanımıyla benimsiyor ve kullanıyorum.

[2] Söz konusu çalışmanın tam metnine https://www.karger.com/Article/PDF/57073 adresinden ulaşabilirsiniz.