Tarihten gelelim… İkinci Abdülhamid’in bugünlerde pek bilinmeyen ama halk içinde kendi devrinde söylenegelen bir mahlası da “mektepperver Sultan”dır. Pek çok modern okul, Abdülhamid’in devrinde kurulmuş, yeni Osmanlı nesli bu okullarda yetişmiştir. Nereden bilirdi Sultan, bu modern okullarda kendisine en şiddetli muhaliflerin yetişeceğini? Türkiye’nin muhalif, milliyetçi ve meşrutiyetçi nesli bu okullarda yetişti ve İttihatçılık namı ile bir akımı kurarak Türk modernleşmesinin göbeğine oturdu.
Haziran 2015 genel seçimlerinde iktidar 13 yılın ardından tek başına iktidar çoğunluğunu kaybedince, sebepleri farklı yerlerde aranan bir metal yorgunluğu tartışması alıp yürümüştü. Kimileri partinin liderinin cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçerken partiyi emanet ettiği “hoca”nın düşük profilli liderliğinin bu sonucu yarattığını düşünürken kimileri de genel bir heves kaybı, bir metal yorgunluktan söz etmişti.
Aynı seçimde milliyetçilerin kalesi MHP ise bir oy patlaması yaşadı ve %16’lara kadar yükseldi. Tam iktidar ortağı olacak şartlar oluşmuşken partinin lideri bir anda çıktı ve bu seçimlerin milleti tatmin edici bir sonuç üretmediğini, hiçbir koalisyon hesabına gidilmeden yeniden seçim yapılmasını arzu ettiklerini açıkladı. Zemin bu kadar müsaitken bu kaçarcasına gidiş dikkatleri çekiyordu. Öyle ya, tam da iktidar partisinden oy kaçışları milliyetçi oyları yükseltmeye başlamış, yeni bir trendin ilk belirtileri kendini göstermişti. Bu oy kaymalarını fark eden cumhurbaşkanı bile seçimden az bir zaman önce cumhurbaşkanı “Kürt sorunu yoktur. Neyiniz eksik?” diyerek milliyetçilere göz kırpmaya başlamıştı. Böyle bir ortamda iktidar ortaklığına dair “istikşafi” görüşmeleri bile reddeden bir tavır, tepki çekiyordu. Milliyetçiler birleşmiş, iktidar istiyorlar, liderleri seçim yenilensin diyordu. İşte o sıralarda Ağustos ayında bir şey oldu. Temmuz ayının sonundan itibaren Türkiye’de ardı ardında bombalı saldırılar ve faili meçhul cinayetlerle kaplı karanlık bir tünele girdi. Devletin yanında olma refleksi ile milliyetçiler giderek iktidar partisinin refleksif şiddet politikalarıyla irtibatlanmaya başladılar.
Temmuz ayında Suruç bombalı saldırısı, Ağustos’ta Şanlıurfa’da lojman evlerinde iki polis memurunun öldürülmesinin çözüm süreci adı verilen Kürt açılımını bitirmesi ile Ekim ayında barış talebiyle Ankara’da toplanan kitlelere düzenlenen bombalı saldırılar, Kasım ayında Tahir Elçi’nin öldürülmesi ve bütün yaz ve sonbahara yayılan hendek operasyonları milliyetçilerin komplocu mantıklarını harekete geçirdi ve onları günün devlet aygıtları ve siyasi iktidarı ile yeniden birleştirdi. Bu birleşmenin sonucu, bugün Cumhur İttifakı adını alan sağdaki yeni tarz yapılanmadır.
Bu milliyetçi-devletçi bütünleşme bizi 2015 Kasım’ında hegemonya krizinin çözümüne götürdü ve MHP’nin dışarıdan desteği ile iktidar partisi yeniden tek başına iktidarı kazanmış oldu. Ancak bu zaferin bir tür Pirus zaferi olduğunu belirtmek gerek. Zira siyasal ortamın aşırı milliyetçi bir ton kazandığı bu dönemin hemen ardından 15 Temmuz hain darbe girişimi geldi ve iktidarın zaten milliyetçi bir habituse teslim ettiği siyasal ortam İslami iddiaları bakımından da ağır bir darbe aldı. İktidarın hinterlandında yer alan geleneksel sağ seçmen olarak tarif edilebilecek kesimler için İslamcılık 15 Temmuz’un ardından sorgulanan bir ideoloji haline geldi. Bu kitle tedricen de olsa milliyetçiliğe ve sembolik bir Atatürkçülüğe doğru yüzünü çevirmeye başladı. Benzeri bir dönüşüm siyasal toplumsallaşmanın erken döneminde olan genç kesimler için de geçerliydi. Onlar da kendilerini yoğun bir milliyetçi atmosferin, şehit cenazelerinin, bayrakların, tekbirlerin ortasında bulmuş, patlayan bombaların dumanları arasında kendilerine özgün milliyetçi bir yol arayışına itilmişlerdi.
Bu süreçte MHP içinde mevcut gidişata muhalefet eden kesimler bir parti içi iktidar mücadelesine giriştiler. MHP’nin mevcut yönetimi iktidar partisini daha fazla sahiplenerek bu kesimleri tard etmeye kalkıştılar ve kısmen başardılar. Ancak bu kez karşılarında yeni bir rakip bulmuşlardı. İYİ Parti adıyla örgütlenen muhalif milliyetçiler girecekleri ilk seçimde eski partilerine çok yakın bir oy alacak kadar taban yaratmayı da başaracaklardı. İYİ Parti’nin başlattığı alternatif milliyetçi girişim, MHP’yi olduğu kadar iktidar partisini de zorladı. Partinin merkez sağ ve yeni seçmenlerden gördüğü sempati, en çok iktidar partisini etkiledi. Bir karşılıklı etkileşim türüyor, İYİ Parti merkez sağı İslamcılık’tan milliyetçiliğe çekerken yeni nesillerin eskinin bagajlarını tanımayan yeni duyarlılıkları partinin görüşlerini reforme etmesine neden oluyordu. Abdülhamid misaline dönelim, nereden bilirdi beyefendiler, bayrak-vatan-şehit ajitasyonuyla milliyetçiliğe boğdukları siyasal ortamdan kendilerine muhalif bir hareketin doğabileceğini? İYİ Parti uzun zamandır farklı mahfiller tarafından zorlansa da iktidar partisi ile bir masaya oturmuyor, muhalefetin farklı kesimleri arasında bir iletişim ağını kurabilecek bir aktör olarak kendini konumlandırmaya çalışıyor. Haklarını da vermek gerek ki, ufak tefek savrulmalar görmezden gelinirse emin adımlarla merkeze yürüyorlar ve merkezi de kendi (halen inşa halindeki) yeni milliyetçiliklerine doğru çekiştiriyorlar.
Şimdi birinci bölümle bu yaşananları bağlayalım. İnsanlar için rasyonalite, gerçekliği bilimsel ölçütlerle yorumlama kapasitesine bağlı olmayan, ortam koşulları ve insanlar arası ilişkilere dayalı bir kavram demiştik. Bu bağlamda kitlelerin siyasal tercihlerindeki dönüşümler, doğrudan sapma biçiminde değerlendirilerek mahkum edilemez. Elbette her siyasal tercih kendi içinde rasyonel olarak da kabul edilemez. Ancak toplumsal ve tarihsel bir bağlam içinde hareket edildiği de unutulmamalıdır.
İktidar mevzii kaybetmemek pahasına siyasal ortamı milliyetçilikle yenide yapılandırmaya başladıktan sonra, ortaya çıkabilecek alternatif milliyetçi formasyonları tahmin edemez ya da önleyemez. Kemalizm kendini modernleşmeci bir milliyetçilik olarak kurumsallaştırdığı dönemde karşısında bulduğu ilk muhalefet, Anadolucu milliyetçilik adındaki muhafazakar bir grubun görüşleri olmuştu. O devrin insanlarının maruz kaldığı Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Milli Mücadele gibi büyük kayıplar, fedakarlıklar ve travmalar sarmalından mütemmim hadiseler, onlarda siyasal zemine muhalefeti milliyetçi bir yerden yapacak bir habitus’ü yaratmıştı. Yani insanlar tarihlerini kendi elleriyle, ancak geçmişten gelen verili koşulların etkisi altında yapmışlardı.
Tıpkı o yıllar gibi, 2015 sonrası Türkiye’sinde de siyasal alan bir biçimde militaristleştirildi. İktidar eliti, gücü kaybetmeme pahasına savaşı siyasal bir enstrüman olarak kullanmayı tercih etti. Daha önce Kürt açılımı devrinde yoğun bir liberal rüzgar estirenler, şehitler tepesinden, bayrakların rengini veren al kanlardan bahsetmeye başladılar. Aynı dönemde Türkiye’nin teröre muhatap olmayan metropollerinde şiddet eylemleri görüldü. Bu eylemlere karşı barışçıl bir atmosferi savunacak aydınlar mahkum edildikçe, kitlelerde intikamcı hisler daha da uyandırıldı. Sonuç olarak 2013’de Gezi’de gücünü sivilliğinden alan Türk gençliği tedricen devletçileşti, militaristleşti ama buna koşut biçimde de muhalifleşti. Olan bitene devlet aklı diyerek doğrudan benimsemedi ve iktidarı bu süreçlerin sonunda bir biçimde zihninde mahkum etti. İşte devlet toplum ilişkilerinde değişen bu mekanik, bizi muhalif milliyetçi bir hareketin güç kazanması sonucuna sürükledi.
Yeni devrin koşulları muhalefetin yeni biçimlerini zorunlu kıldı. Bugün mecliste iki ayrı millyietçi partinin bulunması ve bunların hemen her konuda uzlaşmaz halde olmaları, Türklerin daha kafatasçı bir toplum haline geldiği (ya da zaten özlerinde öyle oldukları) indirgemeciliği ile izah edilemeyecektir. Toplumlar her an dönüşüme uygundurlar. Dün açılımı coşku ile karşılayan ve asker-sivil ölümlerinin son bulacağına sevinenlerin içinden bugün şehit cenazelerinde slogan atan Türk milliyetçisi namzetlerinin çıkması toplumsal dönüşümün doğal bir sonucudur. Yarın aynı kitlenin çok daha farklı bir yere sürüklenmeyeceğinin garantisini kimse veremez. Zira kitlelerin rasyonalitesi ilişkiseldir. Nesnel verilere değil, anlık ilişkilere, toplumsal uzamdaki farklı toplumsal sermayelerin dağılımına, koşulların dayatmalarına verilebilecek cevapların çeşitliliğine dayanır. Toplumsal hayata böylesi bir bakış, bizi toplumdan umudu kesmemeye iter. Aksi takdirde kendinizi elinizde hesap makinesi IQ hesabı yapıp toplumu toptancı biçimde mahkum ederken bulursunuz.
Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, liderlere değil topluma bakalım. Toplumdaki akışkanlıktan ve toplumun kendisinden umudu kesmeyelim, enseyi karartmayalım…

