Otuzbeşte bazı şeyleri anlamaya başlıyor insan. Kimiler otuzda diyor ama yok, otuzbeş. Sert, duvar gibi bir yaş otuzbeş. Madafakin otuzbeş.

  • Bir kere en başta, hayatın sıla ve gurbet, uzak ve yakın, siyah ve beyaz gibi ikili ayrımlardan anlaşılamayacağını, rengarenk ve fersah fersah derinlemesine boyutlu bir şey olduğunu kavrıyorsun. Memleketin doğduğun yer olmadığı gibi doyduğun yer de olmadığını, belki ve de muhtemelen duyduğun ve duyulduğun yer olduğunu anlatıyor otuzbeş.
  • Ölümün şu kadar 🤏 yakında olduğunu, hayatın ölümün işte o kadar yakın olması yüzünden çok güzel ve çok boktan olduğunu, her şey için mücadele etmeye değdiğini hiçbir şey için kendini parçalamaya değmediğini hatırlatıyor. (Belki de o hadiste söylediği gibi; hiç ölmeyecek gibi hayata, yarın gidecek gibi ölüme hazır olmayı…)
  • Dine ve tanrıya (ruhsuz dünyanın ruhuna) hayatın içinde mutlaka bir yer olduğunu, O olmadığında “iskeletler diyarında bir et parçası” olduğumuzu fısıldıyor.
  • Evladın dünya hayatının süsü olduğunu, akşam ailenle kucaklaştığın bir gün sonunun her kazanılacak kuruştan, elde edilecek bütün konumlardan daha evla olduğunu söylüyor.
  • Dostlukların, hayatın yoğun yüklerini omzundan almadıkça gerçek dostluk olamayacağını, öylesini bulduğunda bırakmayacak kadar delikanlı olunması gerektiğini anlatıyor.
  • İşin hayatın bir parçası olduğunu ama merkezi olmadığını, asla yabana atılmaması gerektiğini ama her şeyi bir kenara bırakıp sarılacak bir bağımlılık olmaması gerektiğini tavsiye ediyor.
  • İş arkadaşlığının sadece iş arkadaşlığı olduğunu 🙂
  • Bir dava için yola çıkarken evvel rafık badel tarik’in önemini, yol arkadaşına güvenmeyeceksen yolun da hedefin de hiçbir öneminin olmadığını,
  • Refik’in olmayanlara güvenemeyeceğini, refik’in olmayı reddedenleri asla affetmemen gerektiğini vazediyor.
  • Kervanın yolda dizileceği durumlar olabileceği gibi bazı durumlarda kervanın yolda dizilirken tüccarı araya götürebileceğini 🙂 acı öğretiyor.
  • Bir adamın yemek yerkenki tavrı nasılsa, sohbette nerede yalana düşüyorsa, hangi konuda zaafa düşüyorsa seni o duraklarda satabileceğini kavratacak bir zihin hediye ediyor otuzbeş.
  • Her tavsiyenin her zaman bir tavsiye olmadığını, bazen senin sandalyeni çekmek için sana “hele kalk yürü”, bazen ritmik yürüyüşünü durdurmak için “hele otur soluklan” diyebileceklerini gösteriyor.
  • Hayatın doğru söz ile değil doğru eylemle düzeltilebildiğini, doğruyu söyleyen herkesin doğruyu yapmaya cesaret edemeyeceğini anlatıyor.
  • Mahalle meydanında “Yangın var!” diye bağıranların öbür elinde benzin bidonu taşıyabileceğini, mahale yanarken orospuların değil (bazen onların bile yangın söndürebildiğini), asıl sağa sola iftira atanların saçını taradığını…
  • Hayatın yoksulluk, acı, ölüm, yıkım, haksızlık ve adaletsizlik dolu olduğunu, tüm bunlara rağmen, tüm bunlara karşı durmaya çalışan bir avuç idealist yüzünden hala yaşanır kalabildiğini, umudun hala ve inatla prefabriklerin ortasında oyun oynayan çocukların, kapısının önüne saksı diken kadınların avuçlarında saklı olduğunu…
  • “Benim bildiklerimi bilseniz çok ağlar az gülerdiniz” sözünde ne derin manalar olduğunu, buna rağmen hayatın duvarlarında koca koca kahkahalar çınlatmak gerektiğini…
  • Diz boyu kar yağdığında gözlerini yumup şöyle sırt üstü serbest düşüş yapmanın her derde şifa olduğunu,
  • Ailesiyle zaman geçirmeyen bir adamın gerçek bir adam olamayacağını
  • Hayatta öfkeye bir yer olması gerektiğini, ama hedefinin ve dozunun önemli olduğunu,
  • Değiştiremeyeceğin üç şey varsa, insanların senle ilgili önyargıları, kendileri ilgili planları ve O’nun seninle ilgili takdiri olduğunu, değiştiremeyeceğin şeyler için sadece dua edip hayır, sabır ve kalben rıza dileyebileceğine ikna ediyor.
  • Kavga günü kavgadan kaçanlarla barış gününün kutlanamayacağını, kavgayı sahiplendiğin gibi yenilgiyi, zaferi ve barışı da sahiplenmek gerektiğini,
  • Sadece hıyar satanın malını bağırarak satabileceğini, kuyumcuların sessiz esnaflar olduğunu, bu hal üzere yetiştiysen doğru yetiştiğini ve öyle devam etmen gerektiğini…
  • Başarının tamamen göreceli bir kavram olduğunu, ölçülebilen her şeyin ruhunu kaybettiğini, bu yüzden başarının değil, ne yapıyorsan ona inançla devam etmenin önemli olduğunu söylüyor.
  • Yaşanacak bir otuzbeş daha olup olmadığını şüpheli olduğunu, bu yüzden ne yapacaksan hakkını vere vere, içine sindire sindire yapman gerektiğini, mutlu olduğun kalabalıkların arasında olmayı, sadece mutlulukla yetinmeyip başarıyı, huzuru ve mutluluğu harmanlaman gerektiğini, acıların hep sokağın köşesinde seni beklediğini, bu harmana çoğu zaman hazmı zor bir baharat olacağını bilmen gerektiğini gösteriyor ufku parmağıyla işaret ederken, bir elini omzuna atmış otuzbeş yaş.

Böyleyken, böyle. Otuzbeşten sonra enerjiyi en iyi olduğun şeylere, en iyi anlaşabildiğin insanlarla harcamaya daha meyyal oluyormuş insan. Gerçek ayrılıkların gerçek sebeplerini keşfediyor, yola gerçek rafıklarla devam etmeye karar veriyormuş. Bir otuzbeş daha bahşederse yaradan, acizane planlarım böyle.

Zira kiminin kısmetine makam mevki düştü, kimine şan şöhret, kimine mal ve servet verdi yaradan, kimine yokluk ve mihnet. Bizim nasibimize de yol düştü. Yokuş, ova, kar, bora, sadece yol. Nasibimize bize bir hal üzere olmaktan ziyade halden hale bir yol üzere olmak düştü. Her halimize bin şükür. Yoldayız, yürürüz. Tek dileğimiz; bizi yola çıkaran Hüda, yolumuzu da hayra çıkarsın.

Böyleyken, böyle, diyeceksin ki niye, işte öyle